"Qulu Bey,
Salam.
Nasılsınız, iyisinizdir inşallah.
Bir kaç hafta önce aşağıdaki yazıyı kaleme aldım. Günce tarzında bir yazı oldu. İçinde sizden de "Ulduz"'dan da bahsettim. Bu yazıyı Azerbaycan'da birkaç dergi veya gazete yayınlatabilirmisiniz?
***
Sonbahar, yavaş yavaş kendini hissettirmesine rağmen yazdan kalan bir güneş vardı. Kısa kollu kıyafetlerle dolaşmak hâlâ mümkündü. Akıp giden zamanın hengamesinde, kısa süreli bir program yaparak kendime birkaç saatlik vakit ayırdım. Ankara gibi bir şehirde, plan-program yapmadan işleri düzene sokmak ve herhangi bir etkinliğe katılmak mümkün değildir.
Zira Thomas J. Watson der ki: “Bilgelik, zamanımızı ve bilgimizi doğru kullanma gücümüzdür.”
Öğleden sonra, dergilerimizi bırakmak üzere Hamamönü’ndeki Yüzde İki Kitabevi'ne gittim. Sekiz-on metrekarelik küçücük mekânda, İsmail kardeşimizle çay içerken, Genç Yürekler dergimiz ile Azerbaycan'ın Başkenti Bakü'de neşredilen Ulduz dergisi arasındaki iş birliği, yardımlaşma, dayanışma ve emekdaşlığımızı anlattım hararetle. Ulduz'un Baş Redaktoru Qulu Ağses'in, Redaksıya Heyeti Üyesi Prof. Dr. Resmiyye Sabir'in, Anar'ın ve Azərbaycan Yazıçılar Birliyi'nin kulaklarını çınlattık. Konu, Türk dünyasının büyük mütefekkiri, Kırım aydını Gaspıralı İsmail'e geldi. Onun, "Dilde, fikirde, işte birlik." ideali, ikimizin de dudaklarından birlikte döküldü.
Türk dünyasının yol haritasının Gaspıralı İsmail'in ortaya koyduğu bu pratik söz üzerinden olması gerektiğini anlatırken, içeriye bir grup genç girdi. Yüzleri berrak, ağırbaşlı, pırıl pırıl altı genç. Çeşitli üniversitelerin kamu yönetimi ve siyaset bilimi ile uluslararası ilişkiler bölümlerinde okuyorlarmış. Diplomasi, güvenlik, istihbarat, siber güvenlik üzerine özel bir eğitim ve çalışma yapıyorlarmış. Yanlarında, otuz beş başlarında, güvenlik, Ar-Ge, siber güvenlik alanında çalışmalar yapan bir araştırma merkezinin genel müdürü var. Sıcakkanlı, iletişimi güçlü, dost canlısı, samimi bir vatan evladı... Adı İbrahim Yılmazer.
Muhabbetimiz, tanışmanın daha başında, yirmi birinci saniyede başladı. İsmail kardeşimiz, çayımızı yeniden doldurmaya başlayınca dertlerimiz, deva çırpınışlarımız, ideallerimiz de karşılıklı kabul, onaylama ve aynı dili kullanma noktasına evrildi. Bizim yaptığımız ve yapmak istediğimiz güzel projeleri anlatmaya başladım heyecan ve coşkuyla. "Abi, Türk ve İslam coğrafyasının halkları ve gençleri birbirlerini yeterince tanımıyor, gelişmelerden haberdar değil, bir şeyler yapmamız lazım." dedi İbrahim. Ona, Genç Yürekler ile Ulduz arasında yaptığımız iş birliği, dayanışma ve kardeşliğimizi anlattım. Ulduz dergisinin Eylül sayısı, bizim gönderdiğimiz 51 eserle ve Türkiye Türkçesi ile yayınlandı, dedim. "Azerbaycanlı okuyucular, sizin gönderdiğiniz yazıları anlarlar mı?" dedi. "Evet, anlarlar." dedim. "Türkiye Türkçesi ile yazılmış bir yazının yüzde doksanını anlarlar, yüzde onuna da aşinadırlar." dedim. "Biz de öyleyiz." dedim. "Azerbaycanlı bir şair, yazar dostumuzun yazısını veya şiirini çeviri yapmadan anlıyoruz, dergimizde de öyle yayınlıyoruz." dedim.
Genç Yürekler'in 14. sayısının Ulduz'un gönderdiği eserlerle çıkacağını ve Türkiye Türkçesine çevirmeden yayınlayacağımızı ifade ettim. Hem sevindi hem şaşırdı hem de ayrıntısını öğrenmek istedi. Geçtiğimiz perşembe günü TRT-TSR'de (Günebakan), Türk'ün Sözü köşesinin 34. programında, üzerinde durduğum konuyu dile getirdim: "Türk Dünyasının Büyük Mütefekkiri, Kırım Aydını Gaspıralı İsmail Bey'in Yüksek İdeali, Çalışmaları, Milleti İçin Mücadelesi ve Çağına Tuttuğu Işık" Onun, 1883 yılında Türkçe çıkarmaya başladığı, 36 yıl süren Tercüman gazetesinin Bahçesaray'dan İstanbul'a, Horasan'dan Kahire'ye, Bakü'den Kerkük'e, Sibirya'dan Kaşgar'a kadar yayıldığını, okunduğunu ve bu büyük coğrafyada muhteşem bir uyanışa vesile olduğunu anlattım. Bugünkü şartlarda bu büyük ülküyü gerçekleştirmenin daha kolay olacağını izah ettim. Kısa sürede, ruhumuzda yeni heyecanlar, yeni umutlar, yeni projeler filiz vermeye başladı. Gençler de konuşmalarımızı onaylayarak zaman zaman katkılar sundular. İbrahim kardeşimiz yakında bir kitap çıkarmış, imzalayıp bize hediye etti: "İş Dünyasında İstihbarata Karşı Koyma" Ben de hem yazarımıza hem gençlere dergimizden hediye ettim, kartımı verdim. Vaktim dardı; birkaç kişiyle daha görüşeyim, dergimizden hediye edeyim, düşüncesiyle Yüzde İki Kitabevi'nden ayrıldım.
İkindi okunmuştu. Neşe Çayevi'nin hemen arkasında bulunan Avrasya Yazarlar Birliği'nin bulunduğu konağa gittim. Bir çay eşliğinde birileriyle tanışır, muhabbet eder, dergi bırakırım, dedim. Vardım, kapı kilitliydi. Kapının dışında bir demir kapı daha vardı. Anlaşılan güvenlik için yapılmıştı. Çok üzüldüm. Ankara'nın göbeğinde, Hamamönü'nde demir kapılara ihtiyaç duyuluyorsa oturup derin derin düşünmek lazım. Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Doç. Dr. Yakup Ömeroğlu, geçen ay, amansız bir hastalığa yenik düştü. Rabbim rahmetiyle muamele eylesin. En son kendisini TÜRKSOY'da görmüştüm. Sanıyorum, Ata Terzibaşı'yı Anma Programındaydı. Aynı yerde, ondan önceki programda da dergimizi hediye edip bir hatıra fotoğrafı çekinmiştik. Bizi sıcak karşılamış, takdir ve tebrik etmişti. Şimdi onunla ilgili elimizde bir o hatıra fotoğraf kaldı.
Hamamın yanından karşıya geçip Tacettin Dergahına doğru adımladım. Yakın zamanda açıldığı halde gezemediğim Mehmet Akif Ersoy Evi'ne girdim. İki katlı, küçücük bir müze burası. Akif'in fotoğraflarının dışında ona dair pek bir şey yok. İnsanlarımız, büyük bir vefa göstererek Akif'in evine hürmetle girip çıkıyorlar. Akif bir şiirinde şöyle demişti:
"Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir.
Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma,
Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?"
Akif, bütün eserlerini büyük bir samimiyet, büyük bir iman, büyük bir aşk ve büyük bir vecdle yazmıştı. Her sözünü Türk milletinin gönlüne bir tohum gibi ekmişti. O tohum çıktı, filizlendi, boy verdi, dal budak sardı; Türk milletinin istiklalinin ve istikbalimizin avazı oldu. Seni nasıl unuturuz Akif dedem?
Müzeden çıktım ve hemen ötede, caminin kıblesindeki küçük bahçede bulunan Şehit Lider Muhsin Yazıcıoğlu'nun kabrinin başında bir fatiha okudum. Ardıç ağaçlarının arasında, dalgalanan Türk bayrağının gölgesinde yatıyor Yazıcıoğlu. Ortam çok güzel, manevi bir hava var. Aklıma büyük dava adamları geldi. Ömrünü milletine adayan büyük şahsiyetler... Gaspıralı İsmail, Mehmet Akif Ersoy, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Enver Paşa, Mehmet Emin Resulzade, Ahmed Cevad, Numan Çelebicihan, Bekir Sıtkı Çobanzade, İsa Yusuf Alptekin, Hüseyin Nihal Atsız, Dr. Fazıl Küçük, Alparslan Türkeş, Rauf Denktaş, Aliya İzzetbegoviç, Necmettin Erbakan, Ebulfez Elçibey, Aykut Edibali, Dr. Sadık Ahmet, Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu...
Muhsin Başkanın kabrinden ayrılırken hemen köşede, Alperen Ocakları yararına kitap, dergi, rozet, bileklik vb hediyelik eşya satan, temiz yüzlü bir arkadaşa selam verdim. Adı Murat'mış, Kızılcahamamlıymış. Annesi de hemşehrimizmiş, Yozgat'ın Şahmuratlı köyündenmiş. Ayak üstü biraz sohbet ettik. Kendimi tanıttım, Genç Yürekler'in son sayısını hediye ettim, kartımı verdim. Kartımı Alperen Ocakları Başkanına vereceğini ve gençlerle bir programda bir araya gelmemizin iyi olacağını söyledi. Vedalaştık.
Hamamönü'nün ara sokaklarına girdim. Etrafı bir güzelce sözdüm. Restorasyon çalışmalarıyla çok güzel bir mekân haline geldi Hamamönü. Altındağ Belediyesi'ni tebrik ediyoruz. Lakin buranın ruhuna aykırı durumlar da var. Türkçenin canına okuyan yabancı kökenli bazı tabelalar, gözümüzü oyarcasına üzerimize üzerimize geliyor. Canlı müzikle müşteri toplamaya çalışan bazı kafelerin yüksek sesli yabancı müzikleri, beynimize bir balyoz gibi iniyor. Bazı lokanta ve kafe çalışanlarının o daracık sokaklarda bağırması da hiç hoş değil. Orada, ruhumuza iyi gelecek sükûnet, derûnîlik ve geçmişle gelecek arasında bağ kuracağımız sesler, sözler ve hisler duymalıyız.
Ben bu mekânda yetki ve sorumluluk sahibi olsam ne gibi düzenlemeler ve değişiklikler yapabilirim, diye düşünüp sağı solu gözlemlerken "Muhterem Abi, nasılsınız?" diye bir ses işittim. Kırıkkale'den aile dostumuz Erol Gürol Abimizin damadı Onur kardeşimiz... Eşiyle ve küçük çocuğuyla gezmeye gelmişler. Ayak üstü, kısa bir sohbette bulunduk. Dergimizin son sayısından hediye ederek ayrıldık. Benim taa lise yıllarından beri en büyük, en değerli ve en çok takdim ettiğim hediye, dergidir. Akdağmadeni İmam-Hatip Lisesi'nde okurken, haftada bir Yozgat'tan otobüsle gönderilen Bayrak dergisini/gazetesini garajdan alır, abonelere dağıtır, kalanını hediye ederdim. Ankara'ya Gazi Üniversitesi'ne geldim; Emek'te, Anadolu Yurdu'nda birlikte kaldığımız arkadaşlarla çıkardığımız İnsanlığa Çağrı dergisini götürdüm okuluma. Sonra Yayın Koordinatörü olduğum ve yine yurttaki arkadaşlarımızla çıkardığımız Çınar Gençlik Dergisini sattım, dağıttım, hediye ettim. Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım ve memleketimizin gençleriyle çıkardığım Akdağmadeni'nin Sesi dergisi için aynı şeyleri yaptım. Osmaniye'de, Bestami Yazgan ve Tayyib Atmaca Abilerimizin çıkardığı Güneysu da koltuğumuzun altından eksik olmazdı üniversitede. On sekiz yıl öğretmenlik yaptığım yıllarda da pek çok dergiye yardım ve destekte bulundum.
Aradan uzun bir zaman geçti, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na (ÇSGB) daire başkanı oldum. Orada da Bakanlığımız adına çıkarılan ÇSGB Bülten ve uluslararası akademik yayın olan Çalışma Dünyası adlı iki derginin Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptım. Şimdi sahibi (hizmetkarı) ve yayın kurulu başkanlığını yürüttüğüm Genç Yürekler'i yanımdan hiç ayırmıyorum. Yanımda yoksa arabamda mutlaka dergimizden vardır. Şeker dağıtır gibi ben dergi dağıtıyorum. Bundan mutluluk duyuyor, zevk alıyor ve bir görevi yerine getirmenin hazzını, huzurunu duyuyorum. Sanıyorum, Yaradan bize dergicilik konusunda kutlu bir vazife verdi. Bu aydınlanma, uyanış, diriliş, mücadele, yol ve yöntemine devam edeceğiz, Allah'ın izniyle.
Biraz acıktım, kahvaltıyla duruyorum. Meydana yakın bir yerde simit satan bir kafeye oturdum. Taze bir Ankara simidi ve çok açık bir çay istedim genç garsondan. Gittiğimiz her yerde, eşim de ben de çay siparişi verirken garsonlara iyice tembih ediyoruz: "Çok çok açık olsun, zeytinyağı gibi..." 🙂 Bazıları anlıyor bizi, gerçekten çok açık getiriyorlar; ancak bazıları orta demli getiriyorlar. İstediğimiz gibi olmayınca gönderip çok açık getirmesi için bir daha yoruyoruz garsonları. Son sayımızı, sanatsal bir eda ile açık çayla yan yana fotoğrafladım. Birden aklıma, kitabevinde İsmail kardeşimizin sözleri geldi. Aynı kitabevinde çalışan Fatih kardeşimizi sorduğumda, "Fatih, Dilaver Cebeci'nin oğluyla bir proje üzerinde çalışıyorlar. Projelerinin adı Sitare imiş." demişti. İçim bir hoş oldu. Bütün damarlarımda, gençliğimin deli dolu kanları yeniden dolaşmaya başladı. Gözlerim doldu. Sitare; Mustafa Yıldızdoğan'ın okuduğu "Irmağının Akışına Ölürüm Türkiye'm" dizelerinin yazarı Dilaver Cebeci'nin şiiridir. Sitare ile karşılaşan belki de ilk okuyucu benimdir.
Yıl, 1991 veya 1992. Çınar Gençlik Dergisinin Yayın Koordinatörüyüm. Dergimizin iletişim adresi Emek'teki yurdumuz. Gazi'den çıktım, yurda vardım. İdare odasının hemen yanında, danışma olarak kullandığımız küçücük bir oda vardı. Öğrencilere bir sürü mektup gelmiş. Mektuplardan biri de dergimize gönderilen bir mektup. Üzerinde, gönderilen yerde, Dilaver Cebeci yazıyor. Büyük bir heyecanla açtım, ellerim titriyor. Mektubunu el yazısıyla yazmış. Bana hitapla başlıyor. Selam kelamdan sonra yeni yazdığı bir şiir olduğunu, henüz hiçbir dergiye göndermediğini ve Çınar'da yayınlanmasından mutluluk duyacağını ifade ediyor. Samimi, kibar ve duygu dolu cümleler yer alıyor. Mektubun sonunda da Sitare şiiri var. Nasıl mutluyum, nasıl heyecanlıyım, nasıl gururluyum anlatamam. Dilaver Cebeci, dergimize mektup gönderiyor ve bana hitapla başlıyor; insan havalara uçmaz mı? O tarihten birkaç yıl önce Osmaniye'de yapılan Güneysu Şiir Şölenine katılmıştım. Orada tanışıp birkaç fotoğrafını çekmiştim. Unutmamış, adımızla hitap ederek göndermiş Sitare'yi. Biz de o muhteşem şiiri, ilk defa, tek bir sayfada, çok güzel bir grafik-tasarımla yayımladık. Sitare, yıldız demek. Dilaver Cebeci, Türk milletinin yıldızlarından biriydi. Ruhu şad olsun. Yıldızlar, hilalin çevresinde çoğaldığı müddetçe bizim aydınlığımız daha çok olacaktır.
Dilaver Cebeci Üstadımız, “Sitare’nin bir bölümünde şöyle diyordu:
"...
Bir gün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni
Gidip bir Uygur çadırında göğü dinledim
Kara bulutlar kükrerken bir Kaşgar sabahında
Oturup Aprunçur Tigin ile seni konuştuk
Bakışlarımı sunuyorum, tereddütsüz alıyorsun
Gizli bir tebessümle çağırıyorum, geliyorsun
Kaşı karam, gözü karam, saçı karam
Umay gibi yumuşak huylum
Nerden çıktın karşıma böyle
Sesin ılık bir bahar güneşi gibi ığıl ığıl akıyor içime
Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare
..."
(28 Eylül 2024 / Ankara)
MİA.AZ